Serdar Gün

HİÇ DÖKÜNTÜSÜ

150 150 Serdar Gün

Gözlerimi araladım. Uyuyalı kaç dakika olmuştu? Üç? Beş? On? Kendimi bildim bileli üzerimdeki örtü ile tüm vücudumu kaplayıp uyumak benim için olmazsa olmazdır. Kavurucu yaz gecelerinde bile bu değişmez, özenle her yanımı kaplar öyle uyurdum. Bunun yanında bir de cenin pozisyonu alma alışkanlığım var. Tüm mevcudatımı titizlikle kapatıp cenin pozisyonu almak… Hatırlıyorum da küçükken uyumadan önce, palyaçolar gelip ayaklarımı yemesinler diye, dizlerimi ta karnıma kadar çekip öyle uykuya dalardım. Alınacak tüm tedbirleri alır, dışarıda tek bir parçamın kalmaması için özel çaba sarf eder, üzerimde her ne varsa kendime zırh edinirdim. Bu kimi zaman ağırlığı bana güven veren yün yorgan, kimi zaman sıradan bir battaniye, kimi zaman ise incecik bir çarşaf olurdu. Üzerimdeki ne olursa olsun her parçamı kapattıktan sonra palyaço bana ne yapabilirdi ki, değil mi?

Birkaç kez gözlerimi kırpıp el ve ayaklarımı yavaşça oynattım. Vücudumun tüm kemiklerini hissederek sırt üstü döndüm. Derin bir nefes alıp gerindim. Üzerimdeki örtüyü yavaşça omzuma kadar sıyırdım. Yutkundum, gözlerim tavan ile merhabalaştıktan sonra vücudumdaki son enerji kırıntısıyla sağımdaki rengi kendinden geçmiş duvarda bulunan saate baktım. Akrep ile yelkovan bıraktığım yerden oynamamış, görünüşe göre yine uykuya dalmam ile gözümü açmam bir olmuştu. Yine diyorum çünkü bu durum uzun zamandır devam eden, hatta artık yavaş yavaş alışmaya başladığım bir haldi. İnsan alışan bir varlıktır. İnsan alışan, bir süre sonra da alışmaya alışan bir varlıktır. Gözlerimi tavana çevirirken aklıma midem geldi. Gelir gelmez tüm bedenimi kesif bir bulantı, akabinde ümitsizlik kapladı. Kaç gündür bulanıyordu sahi? Kaç haftadır? Kaç aydır? Artmadan, eksilmeden, mütemadiyen… Sizin hiç mütemadiyen mideniz bulandı mı? Her şeyden, herkesten… En sevdiğiniz yiyeceklere iğrenerek baktığınız, en iyi arkadaşınızla konuşmaktan kaçtığınız oldu mu hiç? Peki ya, aldığınız nefes ve içtiğiniz suyun zehir olduğu, kendinizden bile tiksindiğiniz zamanlarınız oldu mu? Kafamın içindeki sesleri susturabilmek için gitmediğim doktor, kullanmadığım ilaç kalmadı. Ne kocakarı ilacının ne de nefesi kuvvetli hocanın faydasını gördüm. Kafamın içindekiler konuşmaya başlayınca midem de bulanmaya başlıyordu. Yoksa midem bulanınca mı kafamın içindekiler konuşmaya başlıyordu? Bilmiyorum. Ne doktor bildi, ne hoca, ne de ben. Bildiğim tek şey kafamın içinde devamlı birileri konuşuyor, midem mütemadiyen bulanıyor ve sadece uyuyunca tüm bunlar olmuyordu. Ya da tüm bunlar olmayınca ben uyuyordum, bilmiyorum…

Böyle kaç gece benim için gündüz olmuştu? Bu şekilde daha ne kadar dayanabilirdim? Saate baktım, örtü ile tüm vücudumu kapladım, usulca soluma döndüm ve dizlerimi karnıma kadar çektim. Bu geceki kaçıncı uyku provamdı bu? Dört? Beş? Altı? Sımsıkı, hiçbir boşluğa mahal vermeden yumdum gözlerimi… Bir dakika da olsa uyumak, bu halimden uzaklaşmak, kafamın içindekileri susturmak ve bulantımı unutmak istiyordum.  Annemi düşündüm. Hansel’i ve Gretel’i ve bana hikâye anlatışını… Birden, kendimi küçükken yaşadığımız evdeki, bir kısmı kiler olarak kullanılan odamın kapısında buldum. Bir tane yatak, yatağın başucunda sandalye, sandalyenin üzerinde annem… Ne güzeldi annem. Upuzun sırma gibi saçları, taptaze çehresi, sivri çenesi ve iri gözleri… Hansel ile Gretel’i anlatıyordu annem. Annemin öyküsünün kahramanları Hansel ve Gretel değil Ali ile Ayşe idi. Anlatırken örtüye bakışını gördüm. Altında adeta bir naaş varmış gibi bakışını… Yatağında yatan beni ve annemi dışarıdan bir müddet izledim. Üzerine battaniyesini çekmiş, hiçbir parçasını dışarıda bırakmamış kendimi uzun uzun izledim. İlerledim, yatağa iyice yanaştım. Annemin sesi; kadife, yorgun, uykulu… Saçlarına dokundum, sonra çenesine, yüzüne. Sonra kendime baktım. Mavi çizgileri olan, beyaz bir çarşafın altında yatıyordum. Ne kadar da az yer kaplıyordum. Yine dizlerimi karnıma kadar çekmiş olmalıydım. Yaklaştım, elimle çarşafı hafifçe araladım. Bir zamanlar açık kahverengi olduğu rivayet edilen saçlarımı gördüm. Gerçekten de açık kahverengiydi. Henüz kırışıklığın uğramadığı alnımın altında bir çift göz hiçbir boşluğa mahal vermeden var gücüyle kendini sıkmış, sakallarımın işgal etmediği yanaklarımı da olanca güzelliğiyle ortaya çıkarmıştı. Gözaltı torbalarımdan ve morluklarımdan da eser yoktu. Çarşafı biraz daha sıyırdım. Üzerimde en sevmediğim pijamalarım vardı. Annemin giydirmesinden nefret ettiğim pijamalarım. En çok o zamanlar sevmezdim annemi. Bir çırpıda, sadece düşünerek ve gözümü kapatıp açarak onu en sevdiklerimle değiştirdim. Çok güzel olmuştu. Çok güzel… Çarşafı biraz daha sıyırdım. Dizlerim tahmin ettiğim gibi karnımdaydı. Ellerimle dizlerimi kavramış, az sonra gelip biri benden alacakmış gibi dizlerimi kendine çekiyordum. Elimi başıma koydum. Açık kahverengi saçlarımı okşamaya başladım. Okşadım, okşadım, okşadım… O sırada, gözlerimin az önceki sıkılığını yitirdiğini, dizlerimin de ellerimden azat olduğunu gördüm. Gülümsedim. Saçlarımı okşayan ellerime baktım, ellerim annemin elleriyle iç içe geçmişti. Bir olmuş, bütünleşmişti ellerimiz. Okşadım, okşadım, okşadık ve başımı okşayan annem ile yatakta mışıl mışıl uyuyan kendimi izleyerek yavaş adımlarla odadan çıktım.

Arkamı döndüğümde televizyon odasındaydım. İki adet gayet demode koltuk,  gri ve hissiz. Koltukların demodeliğine eşlik eden halı,  ağır ağır yanan soba ve tüm eşyalara sinmiş kesif bir kömür kokusu. Açık mavi duvarda annemin yapmış olduğu sulu boya tablosu, hemen köşede bulunan üçayaklı fiskos ve yerdeki çiçek desenli minderin üzerinde oturan ben. Yüzümü, tahta ve macunları artık camını taşıyamayacak hale gelen pencereye dönmüş, resim çiziyordum. Boyaların çeşitliliğine aldırmadan karalıyordum önümdeki saman kâğıdını. Yeşili çok sevdiğim belliydi. En çok onun ucu açılmış, en çok o kısalmıştı. Sobanın sıcaklığını arkama almış rastgele karalıyordum önümdeki kâğıdı. Saçlarım artık koyu kahverengi, hatta yer yer de siyaha yakındı. Bir adım attım derken tanıdık bir koku çalındı burnuma. Babamın kokusu demeye kalmadan, babam yanımdan geçti. Kömür kokusu ve babamın kokusu. Ne zaman kömür kokusu duysam burnuma babamın kokusu çalınır. Babam yanımdan geçiyor ve ben arkasından bakakalıyordum. Siyah saçları nasıl da gür ve bakımlıydı… Annemin geçtiğimiz bayram aldığı, yeşil ve kahverengi, kareli oduncu gömleği ile lacivert kadife pantolonunu giyinmişti yine. Yaklaşıyor babam, başıma dikilip resmimi izlemeye başlıyor. Kafamı kaldırıyorum, babamı görünce daha bir heyecanla bastırıyorum kalemi… Yaklaştım, yaklaştım, önlerine geçtim. İkisinin de tüm dikkatinin resim defterinde olduğunu gördüm… Babama baktım, bıyıkları siyah, yüzü de hiç kırışmamıştı. Eğildi, boya kalemini aldı ve nasıl boyamam gerektiğini gösterdi. Sadece duruyordum ve onu dikkatlice izliyorum. Onun gösterdiği gibi boyamaya çabalıyordum, olmuyordu. Onunkiler oldukça nizami iken benimkiler düzensiz ve kötü oluyordu. Gülümsüyor babam. Başımı okşuyor, ayağa kalkıyor ve odadan çıkıyor. Odadan çıkışını izledim babamın, ne heybetli bir adam! Eğildim, kalemi elime aldım, küçücük elimden tutup birlikte boyamaya başladık. Derken elim annemin eli oldu. Boyuyordum, boyuyordum, gayet güzel, üçümüz hiç dışarıya taşırmadan boyuyorduk. Başımı okşayıp ayağa kalkıyorum. Kendimi ve annemi izleyerek yavaş adımlarla çıkıyorum odadan. Gözlerim hafifliyor, nefes alışım yavaşlıyor, hissediyorum. Ellerimden ve ayaklarımdan tüm varlığıyla kan çekiliyor, bedenim gevşiyor, kendimi bir boşluğa bırakıyorum derken gözlerim aralandı…

Birkaç kez gözlerimi kırpıp el ve ayaklarımı yavaşça oynattım. Vücudumun tüm kemiklerini hissederek sırt üstü döndüm. Derin bir nefes alıp gerindim. Üzerimdeki örtüyü yavaşça omzuma kadar sıyırdım. Yutkundum, gözlerim tavan ile merhabalaştıktan sonra vücudumdaki son enerji kırıntısıyla sağımdaki rengi kendinden geçmiş duvarda bulunan saate baktım. Uyurken baktığım saat ile uyandığımda baktığım saat arasında iki dakika olmasına şaşırmadım. Çünkü insan alışan bir varlıktır. İnsan alışan, bir süre sonra da alışmaya alışan bir varlık.

 

POSTMODERN İNTİKAM

150 150 Serdar Gün

Merhaba ben Edip. Vasat bir şirketin muhasebe bölümünde çalışıyorum. Sabah gözlerimi dünyaya açtığımda köpekler gibi acıktığımı hissettim. Yani diğer sabahlardan pek bir farkı yoktu. Elimi yüzümü yıkarken son günlerin gözde şarkılarından olan “Fistanı golalı yar”ı açtım. Sonra dişlerimi fırçalarken ellerim ıslak olduğundan müdahale edemediğim Youtube reklamlarını can kulağıyla dinledim. Son zamanlarda o kadar fazla reklam dinlemiştim ki hemen hemen hepsinin repliklerini istemsizce ezberlemiştim. Bu reklamlar Serdar Ortaç şarkıları gibi. Hiç birini açıp dinlemezsiniz ama hepsini bir şekilde ezberlemiş olursunuz!  Bazen kendimi bu replikleri tekrarlarken buluyorum. Can sıkıcı bir durum değil mi? Mutfağa gittim, masanın üzerindeki bisküvi paketini önce dişimle açmaya çalıştım, olmayınca çekmeceye uzanıp aldığım bıçak ile paketi ortasından kesip birkaç tane bisküviyi ağzıma attım. Jölesi ağzımda dağılırken hızlıca takım elbisemi giydim ve evden çıktım. İlk hedefim köşedeki pastaneden simit ve üçgen peynir almaktı.  Asansörü çağırdım, bindim ve sıfır tuşuna bastım. Zemine inerken kendi kendime bir reklam repliği söyledim. Asansör sıfıra yaklaşık yedi saniyede indi ve kapı yavaşça açıldı. Kapı açılır açılmaz tek başıma bindiğim asansörün içinden enseme daha önce yemediğim ağırlıkta –babamdan yediklerimden kesinlikle daha şiddetli- bir tokat indi. Dengemi kaybeder gibi oldum, bir miktar göz kararması ve bir iki sendelemeden sonra arkamı döndüm ki o da ne, ortalıkta ne asansör vardı ne de apartman!  Kocaman bir çölün ortasındaydım. Yani bana göre kocaman. Bir Egeli olarak bana çöl gibi geldi de diyebilirim. Belki inanmayacaksınız ama etrafta hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Ne bir zamanlardan kalma zoraki yaşamış bir ağaç ne de filmlerden aşina olduğum koca koca kaktüsler, hiçbir şey. Kendime “Ben buraya nasıl geldim?” sorusunu sormam gerekirken neler düşünüyordum Ya Rabbelalemîn! İlk şaşkınlığım geçene kadar tepemdeki güneşin ve sıcaklığının farkına varmamıştım. Tepemde diyorum çünkü gölgem ortalıkta görünmüyordu. Öyle bir terlemiştim ki ceketimin astarı gömleğime yapışmış, çıkartmak için kazımam gerektiğini düşünmüştüm. Ceketimi üzerimden kazıyıp güneşe siper etmek için başıma sararken bir taraftan da ne tarafa gideceğimi düşündüm. Askerliğimi komando olarak yapmamanın acısını o an derinden hissettim. Baktığım hiçbir yönün diğerinden en ufak farkı yoktu. Ne demiş atalarımız “Zevkler ve renkler tartışılmaz!”. Piyade hislerimi kullanıp “Ulan burası kesin kuzeydir”  dedim ve yola çıktım. Çünkü böyle zamanlarda her zaman en mantıklısı kuzeye yürümektir! Yaklaşık yedi saat yürüyüp güneşin hala tepemde olmasından kıllanmaya başladığım bir anda uzaklardan gürül gürül gelen motor sesiyle irkildim. Bu kadar ses çıkarttığına göre dizel motor olmalıydı ve bu benim için çok güzel bir haberdi. Fakirin halinden fakir anlar diye düşündüm, gülümsedim. Olduğum yerde durdum ve arabanın yaklaşmasını bekledim. Sesi yaklaşsa da hala daha arabaya dair başka belirti yoktu. Güneş inatla tepemdeydi ve beynimi vıcık vıcık yapmıştı. Vıcık vıcık. Kafamı sallasam beynimin kulaklarımdan sızacağını düşündüm bir an. Gözlerimi kısıp güneşe baktım, batmaya niyeti yok gibiydi… O an susadığımı fark ettim. Çok susadığımı.  Dilimi damağıma değdirdiğimde dilimin damağıma yapışması, bu farkındalığımı perçinledi. Bir taraftan yaklaşan motor sesi kurtarıcımın geldiğini müjdeliyordu. Sesin geldiği tarafa doğru yürümek istedim, inanın ayaklarımda derman yoktu. Olduğum yerde dizlerimin üzerine çöktüm ve beklemeye başladım.

***

Merhabalar efendim ben Behruz. Cenker BEHRUZ. BEHRUZ HOLDİNG’İN sahibi, yönetim kurulu başkanı ve seri katiliyim. Şirketimiz çok köklü olmakla beraber maalesef son yıllarda rakiplerinden bir adım geride kalmış, ekonomik problemlere gark olmuş, medyada ve ulusal anlamda tanınırlığını yitirmiş bir kuruluş. Çikolata bizim işimiz efendim. Çikolata ile münasebetimiz dedemin dedesi Behruz Bey ile başlar. Büyük dedem Behruz Bey İsviçre’den getirdiği çikolataları dönemin Padişahlarına ikram etmiş ve oldukça övgü almış. Çok beğenilen bu hediyeden sonra dedem Padişah tarafından “Şerbetçi başı” ilan edilmiş ve ömrünün sonuna dek çikolata ile hemhal olmuş. Tabi o dönemde sadece içecek olarak tüketiliyormuş çikolata. Aynı zamanda üst düzey konuklara ikram edilen önemli bir tat imiş. Silsile yoluyla babama dek ulaştı çikolatacılık mirası. Ondan da bana. Markalaşmamızın akabinde firmamız ve ürünlerimiz hemen hemen her hanede bilinir oldu. Ama zaman geçti, devir değişti, biz unutulduk efendim. Baktık sadece çikolata üreterek devam edemiyoruz, farklı ürünler üretip eski bilinirliğimizi geri kazanmak istedik. Hemen işe koyulup Ar-Ge ekibimizle Abur Bisküvilerini piyasaya sürdük. Akabinde ürettiğimiz Cubur Gofret ise pazara kazandırdığımız bir diğer ürün oldu. Biz yeni ürünlerimizi epey beğenmiştik. Halkın da beğeneceğinden hiç şüphemiz yoktu. Birkaç pahalı reklam ve reklam yüzü ile ürünümüzü piyasaya arz ettik. Bir heves ve beklentiyle arz ettik etmesine de beklediğimiz talebi göremedik… İçinde bulunduğumuz hali müzakere ettiğimiz bir toplantıda çalışanlarımızdan birinin “Ürün ambalajlarımız biraz daha albenili, ilgi çekici olmalı Efendim” teklifine hak verdim. Akabinde önemli tasarımcılara ulaştık, ivedilikle çağı yakalayacak paketler tasarlamalarını istedik. Hiçbir masraftan kaçınmayacağımızı da özellikle belirttik. Öyle de oldu. Anlaşmamızın üzerinden çok geçmeden birkaç ambalaj örneğini bize sundular. Tasarımların hepsi birbirinden güzeldi. O sırada yine çalışanlarımızdan birinin sunduğu “Efendim her bisküvi paketine bir mesaj iliştirelim, okuyana sürpriz olsun” fikri de tüm yönetim kurulu üyeleri tarafından beğeniyle karşılandı. Müşterilerimiz ambalajı açılması gerken yerden açınca sürpriz bir şekilde mesaj ile karılaşacaktı. Mesela birinde “Padişahlara layık : )” bir diğerinde “Behruz Bisküvi, sizin için…”, bir başkasında ise “Afiyetle…” yazacaktı. Bir sürü güzel mesaj, iyi dilek, anlamlı söz. Ambalajlar tasarlandı, her biri birbirinden güzel mesajlarla dolu ürünler piyasaya sürüldü. Fakat yine istediğimiz sükseyi yapamamış, olumlu tek dönüş alamamıştık. Daha ne yapacaktık efendim! Yaptığımız saha araştırmalarında gördük ki halkımız ürünleri açılması gereken yerden açmıyor, dolayısıyla içersine iliştirilen mesaj ile karşılaşmıyormuş. Ambalajları ya anahtarlarıyla, ya dişleriyle, ya bıçakla ya da başka bir aletle açıyorlarmış… Sıktığımız son kurşunumuz da hedefi bulmamıştı! Çok üzülmüştüm, öfkelenmiştim. Öfkemi gelen ağır faturalar, reklam giderleri, tasarım ücretleri arttırmış, artık iyiden iyiye şirketimizin bir ayağının çukurda olduğunu derinden hissetmiştim. Batıyorduk ve suçlusu biz değildik… Öfkeden uyuyamadığım gecelerin birinde düşündüm intikam almayı. Basitti, belirlediğim süpermarketlerde bizim ürünlerimizin satıldığı reyonlara birer eleman yerleştirecektim, bu elemanlar ürünlerimizi alan müşterileri takip edecekti ve ürünlerimize layığıyla davranmayanları bana getirecekti. Yaptım da. Gün ağardığında ilk işim bu projemi hayata geçirmek oldu. Her gün ambalajlarımızı açması gereken yerden açmayan birileri getiriliyordu ve ben icabına bakıyordum. İçim soğuyor diyelim. Tabi bunun yanında yedikleri son yemeğin bizim ürünlerimiz olması tarif edilemez bir haz…

***

Çok zaman geçmeden lüks bir Mercedes bana doğru yaklaştı. Dizel motor sesine aldanmıştım. Bu adamlar basbayağı zengindi… Arabadan önce iki tane ızbandut, sonra elli/ altmış yaşlarında bakımlı, üstü başı -algılayabildiğim kadarıyla- düzgün bir adam indi. Adam bana doğru yaklaşırken yavaşça doğruldum. Ayağa kalktığımda yaklaşan adamın gölgesinin arkasına düştüğünü fark ettim. Güneş batıyordu! Bu benim için çok iyi bir haberdi! Daha iyi haber ise adam doğudan gelmişti -doğunun insanları iyi olur derler- Adam yavaş adımlarla yaklaştı ve kibarca “Merhaba ben Cenker, Cenker BEHRUZ” dedi. Merhaba demeye kalmadan elini iç cebine uzattı. Cebinden bir ambalaj çıkarttı. Ambalajı bir ferman gibi nazikçe açtı. Yaklaştı, ambalajı kaldırıp göz hizama yaklaştırdı, “Oku!” dedi. Ambalajda küçük harflerle“Hayırlı Ömürler, Bol Gülüşler” yazıyordu. Dudaklarımı kıpırdatarak sessizce okudum. “Sesli oku!” dedi. “Hayırlı Ömürler, Bol Gülüşler” dedim. “Yüksek sesle oku!” diye gürledi. “HAYIRLI ÖMÜRLER, BOL GÜLÜŞLER” dedim. “Gül” dedi. Gözlerimi ambalajdan ayırıp “Hayırdır dayıcım?” minvalinde yüzüne bakmak istedim ve alnımın ortasına doğrultulmuş namlu ile göz göze geldim. “Gül” dedi nazikçe gülümseyerek. Güldüm. BAM!