Gözlerimi araladım. Uyuyalı kaç dakika olmuştu? Üç? Beş? On? Kendimi bildim bileli üzerimdeki örtü ile tüm vücudumu kaplayıp uyumak benim için olmazsa olmazdır. Kavurucu yaz gecelerinde bile bu değişmez, özenle her yanımı kaplar öyle uyurdum. Bunun yanında bir de cenin pozisyonu alma alışkanlığım var. Tüm mevcudatımı titizlikle kapatıp cenin pozisyonu almak… Hatırlıyorum da küçükken uyumadan önce, palyaçolar gelip ayaklarımı yemesinler diye, dizlerimi ta karnıma kadar çekip öyle uykuya dalardım. Alınacak tüm tedbirleri alır, dışarıda tek bir parçamın kalmaması için özel çaba sarf eder, üzerimde her ne varsa kendime zırh edinirdim. Bu kimi zaman ağırlığı bana güven veren yün yorgan, kimi zaman sıradan bir battaniye, kimi zaman ise incecik bir çarşaf olurdu. Üzerimdeki ne olursa olsun her parçamı kapattıktan sonra palyaço bana ne yapabilirdi ki, değil mi?
Birkaç kez gözlerimi kırpıp el ve ayaklarımı yavaşça oynattım. Vücudumun tüm kemiklerini hissederek sırt üstü döndüm. Derin bir nefes alıp gerindim. Üzerimdeki örtüyü yavaşça omzuma kadar sıyırdım. Yutkundum, gözlerim tavan ile merhabalaştıktan sonra vücudumdaki son enerji kırıntısıyla sağımdaki rengi kendinden geçmiş duvarda bulunan saate baktım. Akrep ile yelkovan bıraktığım yerden oynamamış, görünüşe göre yine uykuya dalmam ile gözümü açmam bir olmuştu. Yine diyorum çünkü bu durum uzun zamandır devam eden, hatta artık yavaş yavaş alışmaya başladığım bir haldi. İnsan alışan bir varlıktır. İnsan alışan, bir süre sonra da alışmaya alışan bir varlıktır. Gözlerimi tavana çevirirken aklıma midem geldi. Gelir gelmez tüm bedenimi kesif bir bulantı, akabinde ümitsizlik kapladı. Kaç gündür bulanıyordu sahi? Kaç haftadır? Kaç aydır? Artmadan, eksilmeden, mütemadiyen… Sizin hiç mütemadiyen mideniz bulandı mı? Her şeyden, herkesten… En sevdiğiniz yiyeceklere iğrenerek baktığınız, en iyi arkadaşınızla konuşmaktan kaçtığınız oldu mu hiç? Peki ya, aldığınız nefes ve içtiğiniz suyun zehir olduğu, kendinizden bile tiksindiğiniz zamanlarınız oldu mu? Kafamın içindeki sesleri susturabilmek için gitmediğim doktor, kullanmadığım ilaç kalmadı. Ne kocakarı ilacının ne de nefesi kuvvetli hocanın faydasını gördüm. Kafamın içindekiler konuşmaya başlayınca midem de bulanmaya başlıyordu. Yoksa midem bulanınca mı kafamın içindekiler konuşmaya başlıyordu? Bilmiyorum. Ne doktor bildi, ne hoca, ne de ben. Bildiğim tek şey kafamın içinde devamlı birileri konuşuyor, midem mütemadiyen bulanıyor ve sadece uyuyunca tüm bunlar olmuyordu. Ya da tüm bunlar olmayınca ben uyuyordum, bilmiyorum…
Böyle kaç gece benim için gündüz olmuştu? Bu şekilde daha ne kadar dayanabilirdim? Saate baktım, örtü ile tüm vücudumu kapladım, usulca soluma döndüm ve dizlerimi karnıma kadar çektim. Bu geceki kaçıncı uyku provamdı bu? Dört? Beş? Altı? Sımsıkı, hiçbir boşluğa mahal vermeden yumdum gözlerimi… Bir dakika da olsa uyumak, bu halimden uzaklaşmak, kafamın içindekileri susturmak ve bulantımı unutmak istiyordum. Annemi düşündüm. Hansel’i ve Gretel’i ve bana hikâye anlatışını… Birden, kendimi küçükken yaşadığımız evdeki, bir kısmı kiler olarak kullanılan odamın kapısında buldum. Bir tane yatak, yatağın başucunda sandalye, sandalyenin üzerinde annem… Ne güzeldi annem. Upuzun sırma gibi saçları, taptaze çehresi, sivri çenesi ve iri gözleri… Hansel ile Gretel’i anlatıyordu annem. Annemin öyküsünün kahramanları Hansel ve Gretel değil Ali ile Ayşe idi. Anlatırken örtüye bakışını gördüm. Altında adeta bir naaş varmış gibi bakışını… Yatağında yatan beni ve annemi dışarıdan bir müddet izledim. Üzerine battaniyesini çekmiş, hiçbir parçasını dışarıda bırakmamış kendimi uzun uzun izledim. İlerledim, yatağa iyice yanaştım. Annemin sesi; kadife, yorgun, uykulu… Saçlarına dokundum, sonra çenesine, yüzüne. Sonra kendime baktım. Mavi çizgileri olan, beyaz bir çarşafın altında yatıyordum. Ne kadar da az yer kaplıyordum. Yine dizlerimi karnıma kadar çekmiş olmalıydım. Yaklaştım, elimle çarşafı hafifçe araladım. Bir zamanlar açık kahverengi olduğu rivayet edilen saçlarımı gördüm. Gerçekten de açık kahverengiydi. Henüz kırışıklığın uğramadığı alnımın altında bir çift göz hiçbir boşluğa mahal vermeden var gücüyle kendini sıkmış, sakallarımın işgal etmediği yanaklarımı da olanca güzelliğiyle ortaya çıkarmıştı. Gözaltı torbalarımdan ve morluklarımdan da eser yoktu. Çarşafı biraz daha sıyırdım. Üzerimde en sevmediğim pijamalarım vardı. Annemin giydirmesinden nefret ettiğim pijamalarım. En çok o zamanlar sevmezdim annemi. Bir çırpıda, sadece düşünerek ve gözümü kapatıp açarak onu en sevdiklerimle değiştirdim. Çok güzel olmuştu. Çok güzel… Çarşafı biraz daha sıyırdım. Dizlerim tahmin ettiğim gibi karnımdaydı. Ellerimle dizlerimi kavramış, az sonra gelip biri benden alacakmış gibi dizlerimi kendine çekiyordum. Elimi başıma koydum. Açık kahverengi saçlarımı okşamaya başladım. Okşadım, okşadım, okşadım… O sırada, gözlerimin az önceki sıkılığını yitirdiğini, dizlerimin de ellerimden azat olduğunu gördüm. Gülümsedim. Saçlarımı okşayan ellerime baktım, ellerim annemin elleriyle iç içe geçmişti. Bir olmuş, bütünleşmişti ellerimiz. Okşadım, okşadım, okşadık ve başımı okşayan annem ile yatakta mışıl mışıl uyuyan kendimi izleyerek yavaş adımlarla odadan çıktım.
Arkamı döndüğümde televizyon odasındaydım. İki adet gayet demode koltuk, gri ve hissiz. Koltukların demodeliğine eşlik eden halı, ağır ağır yanan soba ve tüm eşyalara sinmiş kesif bir kömür kokusu. Açık mavi duvarda annemin yapmış olduğu sulu boya tablosu, hemen köşede bulunan üçayaklı fiskos ve yerdeki çiçek desenli minderin üzerinde oturan ben. Yüzümü, tahta ve macunları artık camını taşıyamayacak hale gelen pencereye dönmüş, resim çiziyordum. Boyaların çeşitliliğine aldırmadan karalıyordum önümdeki saman kâğıdını. Yeşili çok sevdiğim belliydi. En çok onun ucu açılmış, en çok o kısalmıştı. Sobanın sıcaklığını arkama almış rastgele karalıyordum önümdeki kâğıdı. Saçlarım artık koyu kahverengi, hatta yer yer de siyaha yakındı. Bir adım attım derken tanıdık bir koku çalındı burnuma. Babamın kokusu demeye kalmadan, babam yanımdan geçti. Kömür kokusu ve babamın kokusu. Ne zaman kömür kokusu duysam burnuma babamın kokusu çalınır. Babam yanımdan geçiyor ve ben arkasından bakakalıyordum. Siyah saçları nasıl da gür ve bakımlıydı… Annemin geçtiğimiz bayram aldığı, yeşil ve kahverengi, kareli oduncu gömleği ile lacivert kadife pantolonunu giyinmişti yine. Yaklaşıyor babam, başıma dikilip resmimi izlemeye başlıyor. Kafamı kaldırıyorum, babamı görünce daha bir heyecanla bastırıyorum kalemi… Yaklaştım, yaklaştım, önlerine geçtim. İkisinin de tüm dikkatinin resim defterinde olduğunu gördüm… Babama baktım, bıyıkları siyah, yüzü de hiç kırışmamıştı. Eğildi, boya kalemini aldı ve nasıl boyamam gerektiğini gösterdi. Sadece duruyordum ve onu dikkatlice izliyorum. Onun gösterdiği gibi boyamaya çabalıyordum, olmuyordu. Onunkiler oldukça nizami iken benimkiler düzensiz ve kötü oluyordu. Gülümsüyor babam. Başımı okşuyor, ayağa kalkıyor ve odadan çıkıyor. Odadan çıkışını izledim babamın, ne heybetli bir adam! Eğildim, kalemi elime aldım, küçücük elimden tutup birlikte boyamaya başladık. Derken elim annemin eli oldu. Boyuyordum, boyuyordum, gayet güzel, üçümüz hiç dışarıya taşırmadan boyuyorduk. Başımı okşayıp ayağa kalkıyorum. Kendimi ve annemi izleyerek yavaş adımlarla çıkıyorum odadan. Gözlerim hafifliyor, nefes alışım yavaşlıyor, hissediyorum. Ellerimden ve ayaklarımdan tüm varlığıyla kan çekiliyor, bedenim gevşiyor, kendimi bir boşluğa bırakıyorum derken gözlerim aralandı…
Birkaç kez gözlerimi kırpıp el ve ayaklarımı yavaşça oynattım. Vücudumun tüm kemiklerini hissederek sırt üstü döndüm. Derin bir nefes alıp gerindim. Üzerimdeki örtüyü yavaşça omzuma kadar sıyırdım. Yutkundum, gözlerim tavan ile merhabalaştıktan sonra vücudumdaki son enerji kırıntısıyla sağımdaki rengi kendinden geçmiş duvarda bulunan saate baktım. Uyurken baktığım saat ile uyandığımda baktığım saat arasında iki dakika olmasına şaşırmadım. Çünkü insan alışan bir varlıktır. İnsan alışan, bir süre sonra da alışmaya alışan bir varlık.